30 Nisan 2011 Cumartesi

GEÇMİŞSİZLİK CEHENNEMDİR

SABA
İslam sanatı bugün toplumun büyük bir bölümüne sadece genel estetik kaygılarla 'izleyebildiği' bir sanatsal dil olarak yansıyor. Bugünkü insan o sanatın zenginliğini algılayamıyor

Sabancı Müzesi'nde devam eden bir sergi var. Ağa Han koleksiyonundan parçalar sergileniyor. Çok heyecan verici bir sergi.
Sadece teşhir edilen nesneler ve yapıtlar değil, serginin takdimi de başlı başına bir sanat.
Bu serginin bizim için anlamı çok farklı. Asırlar boyunca İslam sanatı denilen alanda, bünyede var olmuşuz. Bugün övündüğümüz ve geçmişimizi meydana getiren yapıtların tamamı bu çerçeve içinde tanımlanmış ve tanınmıştır. Mimar Sinan'ın kubbeleri kadar hatlar, çiniler, kılıçlar, makaslar da o 'sanat'ın belirleyici unsurlarından etkilenmiş ve o alana özgün katkılarda bulunmuştur.
Yakınlarda yitirdiğimiz Oleg Grabar'ın, verimini daha uzun yıllar devam ettirmesini dilediğimiz Doğan Kuban'ın çalışmalarında Osmanlıların/Türklerin bu sanatı ne tür bir soybilimle/genetikle ortaya koyduğu anlatılır. Iran, Mısır, Orta Asya, Orta Doğu ülkelerinde üretilen sanatın hem birbirini nasıl etkilediği hem de kendi içlerindeki özgünlükleri doğuran farkların neler olduğu çok irdelenmiş bir husustur. Öyle olması gerekmez mi? Osmanlılar, Orta Asya steplerinin, Sasanilerin, Selçukluların olduğu kadar Anadolu'da gelip karşılaştıkları Ermeni ve Bizans sanatının da etkisi altında verdiler yapıtlarını. Gerçi Rum asıllı olduğuna dair bazı kayıtlar olsa da bizzat büyükler büyüğü Mimar Sinan'ın Ermeni olduğu neredeyse kesine yakın bir bilgidir. Yeniçeri olarak dünyayı gezmiş Sinan'ın keskin gözü ve dehasıyla gittiği yerlerden yaptığı gözlemlerle sentezinin sınırlarını genişletmediği söylenebilir mi? 7. yüzyıldan sonrasına uzanan bir sanattan söz ediyoruz. Osmanlı bu sanata bir sentezin damgasını getirdi. Bu sentezi oluşturan en seçkin ve zevkli örnekler şimdi Sabancı Müzesi'nde izlenebilir.

ARAMIZDAKİ BAĞ KOPTU
Bütün bunlarla birlikte sergiyi gezerken aklım tümüyle farklı bir konuya kaydı. O gelenekten geliyoruz. Fakat, o yönde eğitilmiş veya o sanatı estetik tercihleri doğrultusunda seçmiş kişiler ve çevreler dışında, İslam sanatı bugün toplumun büyük bir bölümüne sadece genel estetik kaygılarla 'izleyebildiği' bir sanatsal dil olarak yansıyor.
Bugünkü insan o sanatın 'yazı' tekniklerini ve zenginliğini veya o sanatın 'arabesk'lerini ve onlara gömülü iç anlamları algılayamıyor.
Yaşadığımız büyük kültür değişikliğinin sonrasında o sanatla aramızdaki bağ, tepeden tırnağa kopmuş durumda. Camilerin önünden geçiyoruz ama cami mimarisinin anlamını bilmiyoruz. Dolayısıyla İslam/Osmanlı sanatı, ne yazık ki, 'içeriden' bakarak izlediğimiz bir sanat değil. Tümüyle dışında kaldığımız, tümüyle yabancısı olduğumuz bir kapalı dünya. Bu, çok üzülmemiz gereken bir durum. İnsanın canını acıtıyor bu yabancılık ve mesafe. Belki bugün o sanatın bazı biçimsel tematiklerini, 'leitmotif'lerini alıp yeniden üreten, farklı mecralarda kullananlar vardır. Kumaş motifleri olarak, iç mimarlık düzenlemesi olarak bu sanattan yararlanılmaktadır belli ölçülerde.
Gene de Türk sinemasının meşhur repliklerinden birisiyle söylemek gerekirse, 'biz başka dünyaların insanıyız'.
Bunu ifade ederken Mathieu'nün veya Matisse'in, çok az da olsa Picasso'nun hatta hatta Erol Akyavaş'ın bu sanattan yararlanmasına benzer, eğreti duran bir ilişki değil vurgulamak istediğim. Onlar, baktılar, herhangi bir başka estetikten alabildikleri kadarını aldılar ve gittiler. İslam/Osmanlı sanatı onlar için sadece bir araçtı. Oysa biz onunla çok daha derin ve 'içeriden' bir ilişki kurmalıydık. Yapamadığımız budur.
Basit, 'hediyelik-turistik eşya' veya 'hobi' düzeyinde tezhip, ebru, tespih yapmak bu kısıtlamayı aşmaya yetmez. O sadece aramızdaki uçurumu derinleştirmeye yarar.
Fakültelerdeki 'Geleneksel Türk Sanatları' bölümleri de bu sınırlı ilişkiyi güçlendirmez.
Nedeni çok açık. Bu bir kültür sorunudur. Ve itiraf etmek gerekir ki, çok az ülkede görülen bir sorundur. Batılılaşmayı yaşadığımız hiç değilse 200 (belki 300) yıla yaklaşan tarih içinde bu darboğazı nasıl aşacağımızı öğrenemedik. Kendi gelenekselini daha sonraki çağlarda devam ettirmeyen tek bir kültür bilmiyorum ben. İşin hazin tarafı yöneldiğimiz, seçtiğimiz hedefin yani Batı'nın kültürel birikimini de içselleştiremedik.
O zaman 'müteahhit'lerin yaptığı binalardan başlayarak giyim kuşama kadar büyük, geniş, neredeyse sonsuz bir 'estetiksizliğe' yani çirkinliğe mahkum olduk. Sabancı Müzesi sergisine gidenler ne dediğimi anlayacaktır.
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Hiç yorum yok:

HOŞGELDİNİZ



Topraktan gelen, ellerde şekillenen kor ateşin sırlı gülleri...

ART COLLECTİON

ÇİNİ SANATI

çini M.Ö. 3000 yılının ilk yarısında mimari ile tanışan çiniler, İslam mimarisinde M.S. 9. Yüzyılda kullanılmaya başlamıştır. Selçuklular'ın 1071'de Bizanslılar`ı yenmesinden sonra Anadolu, hem Selçuklular hem de çiniler için yeni bir vatan olmuştur. Bu topraklardaki çini sanatı, 13. Yüzyılda Selçuk mimarisinin doruğa ulaştığı dönemde gelişmiş ve buna bağlı olarak da pek çok camii, medrese, türbe ve saray duvarları çinilerle bezenmiştir. Başlıca turkuaz, kobalt ve mor renklerin kullanıldığı geometrik desenli çini ve çini mozaikler iç mekanlarda tercih edilirken dışta da sırlı veya sırsız tuğlalar kullanılmıştır. 14. yüzyılda Anadolu Çini sanatı Osmanlılar ile birlikte yeni bir boyut kazanmıştır. Türkler iç ve dış mimari süslemenin en renkli kolu olan çini sanatını, asıl büyük ve sürekli gelişmesini Anadolu Türk mimarisinde göstermiştir. Türk çiniciliği Türk çini sanatının tarihi ilk Müslüman Türk devletlerinden Karahanlılara kadar dayanmaktadır. Bu da çini sanatının bin yılı aşkın bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları çiniyi mimari süslemelerde sıkça kullanmış Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmasından sonra, çini sanatında Osmanlı Devleti'nin kuruluşuyla yeni bir dönem başlamıştır. İznik çinileri İlk Osmanlı dönemi İznik çinileri, Bursa Yeşil Cami ve türbesinde (1421), Bursa Muradiye Camii'nde (1426), Edirne Muradiye Camii (1433) ve Çinili Köşk’te (1472) görülebilmektedir. Bunlar genellikle mozaik veya sırlı boya tekniği ile üretilmiş çinilerdir. Bu dönem çinilerinde lacivert, mavi, turkuaz, siyah renkleri ağırlıktadır ve daha çok geometrik desenler kullanılmıştır. 16. yy'da İznik'te üretilen çinilerde gerek kalite ve gerekse desen üretiminde büyük gelişmeler olmuş ve Türk çini sanatı en parlak dönemini yaşamıştır. Osmanlı, mozaik gibi teknikleri bırakmış sır altı boya ve sır tekniğini geliştirmiştir. Bunun yanı sıra saray nakkaşhanesinde yeni motifler geliştirilmeye ve üretilmeye başlanmıştır. Kırmızı, yeşil, mavi, lacivert, turkuaz ve kahverenginin kullanımıyla İznik çinilerinde yeni bir devir yaşanmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti'nin duraklama dönemiyle birlikte, İznik çini üretim faaliyetini 17.yy. sonlarına doğru tamamen durdurmuş ve çinicilik Kütahya’ya kaymıştır. Lale Devri'nde, İznik çini sanatı yeniden canlandırılmaya çalışılsa da çabalar uzun ömürlü olamamıştır.

my art

MY personal exhibition

ALİ RIZA EREN

My handmade tiles and art work